Annesi mahalle mektebine gitmesini istiyordu. Babası ise karşı çıkıyordu.
İlk önce annesinin dediğini yaptı, daha sonra da annesinden gizli olarak Selanik Askeri Rüştiye sınavlarına girerek başarılı oldu. Annesini bile karşısına alacak ve ondan gizli bir iş yapacak bir duruma getiren mesele ise, askerlik hayali idi.
1894’de Selanik Askeri Rüştiyesinin ikinci sınıfından hayallerine doğru ilk adımı attı. Dördüncü olarak bu okuldan mezun oldu, ondan mutlusu yoktu. Manastır Askeri lisesini de ikinci olarak (aslında iki birinci vardı teki oydu) tamamladı. Çok mutluydu.
1902’de Harp Akademisi’ne girdi, 1905’de Kurmay olarak akademiyi bitiren 13 kişiden beşinci olmuştu. Mutluydu.
Mutlulukların sebebi, yaptığı dereceler değildi, kazandığı unvanlar da değildi, sadece hayallerini gerçekleştirmenin devletine hizmet etmenin veya edecek olmanın mutluluğu idi.
1905’de Şam’a staj için gitti, 1907’de stajını tamamladı, Manastır’a geri döndü. 1911’de ‘’Gönüllü’’ olarak Trablusgarp’a Binbaşı Enver, Ali Fethi Bey (Okyar) gibi gizlice, o da gitti. Oysa gönüllü de olmayabilir, daha rahat işlerle meşgul olabilirdi. Üstelik Trablusgarp’ta güçlü İtalya vardı, tehlike büyüktü. 1912’de Balkan Savaşları başladığında Çanakkale Boğazını savunmakla görevli oldu, çatışma yaşanmadı ancak Çanakkale’yi ayrıntılarıyla inceledi.
Balkan Savaşları sona erince Sofya’ya askeri ataşe olarak atandı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi ile Harbiye Nazırlığına başvurarak cephede görev almak istedi. Çanakkale’de o ve silah arkadaşları Çanakkale’yi cansiperane savundular ve tek gayeleri Vatanın kurtuluşu idi. Daha net ifade ile; Osmanlı askerleri olarak, Osmanlı Devleti için savaştılar.
Çanakkale sonrası Kafkas Cephesine gitti. Şam ve Sina’da görevi icabı incelemelerde bulundu. Filistin ve Halep de mücadelelerine devam etti. 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşması imzalandı, 13 Kasım’da İstanbul’a geldiğinde İtilaf gemilerini boğazda gördüğünde ‘’Geldikleri gibi giderler’’ dedi.
Samsun’da, Türkler taşkınlık yapıyor söylemleri üzerine Sultan Vahdettin tarafından 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi olarak Samsun’a gönderildi. Tarih 19 Mayıs 1919’u gösteriyordu. Daha sonra Erzurum’a gitmeden hemen önce bir haber geldi, İstanbul’a acil olarak çağrılıyordu.
Kazım Karabekir, ‘’askerlikten kendin istifa et yoksa onlar görevden alacaklar seni’’ dedi. Refet Bey ‘’ordudan ayrıl’’ diyordu. Ne yapacaktı? Askerlik onun çocukluk hayali idi. Hem Erzurum’a resmi bir sıfatı olmadan giderse özellikle de askeri sıfatı olmadan giderse bölge halkı onu dinler miydi?
Hem bu mücadele sonucunda ne olacaktı? Her şey muallaktı sonuçta. Batı’da Yunan ilerliyor, Doğu’da Ermeni zararlı faaliyetlerini sürdürmekte, İtalya ve Fransa güneyde ordularını bekletiyor, İngiliz İstanbul’da tüm gücünü hissettirmekte, İstanbul Hükümeti ise ‘’bir an önce geri gel’’ diyordu.
Bu karmaşık dönemde kararlılıkla yaptığı şey; ‘’halkına ve silah arkadaşlarına güvenmek’’ oldu. Yanılmadı.
Kısacası, askerlik hayali ile çıktığı bu yolda; kuzeye, güneye, doğuya, batıya gitti, arkadaşlarını yanına aldı, halkı yanına aldı, askerleri yanına aldı hep birlikte savaştılar, savaştılar, savaştılar…
Yaşadığı, çektiği sıkıntıları az çok tahmin edebiliriz de, kim bilir bu süreçte, kendi iç dünyasında neler yaşadı, işte bunu bilemeyiz.
Bu kadar karmaşık ve sonu görünmeyen bir süreçte hayallerden vazgeçmek nedir bilir misiniz.?
Peki, hayalinden vazgeçen bir adamı, oturdukları sıcak koltuklardan, o dönem yaşanılanları düşünmeden, acımasızca (özel hayatını da dâhil ederek) hakaretler etmek nedir bilir misiniz?
Birinciyi bilmem de, ikincisinin yorumunu sizlere bırakıyorum…
Unutulmamalıdır ki, biz bu büyük mücadelenin nasıl sonuçlandığını biliyoruz ve ona göre yaşanılanları değerlendiriyoruz. Oysa o dönemi bizzat yaşamış olanlar, şahsi ve genel kararları alırlarken, (her ne kadar zafere inanmış olsalar da) ortada kesin bir sonuç olmadan bu kararları almışlardır…
Son olarak da; bahsettiğim kişiyi eminim anlamışsınızdır. Hayallerinden vazgeçip, sivil bir şekilde halkına sığınan Mustafa Kemal’den bahsediyorum. Kazım Karabekir Paşa’nın ‘’emrinizdeyim komutanım’’ diyerek bu süreçte en büyük desteği verdiği, sivil olmasına rağmen askeri gücü Karabekir’in bu sözüyle arkasında hisseden Mustafa Kemal’den. Kendisi bir Beşer’dir ve eleştirilmesi de gayet doğaldır. Ancak kendisinin eleştirilebilir olması, şahsına ve ailesine karşı hakaret edilebileceği anlamına gelmemelidir. Bu noktayı göz ardı edenler, kendilerini her ne kadar tarihçi! Olarak lanse etseler de, gerçek Türk tarihçileri; Atatürk’ün, Karabekir’in, Cebesoy’un yaşadıklarını ve yaptıklarını gelecek nesillere doğru bir şekilde aktaracak olanlardır. Bu komutanlar, bu yaşanılanları sadece kendileri yaşamadı, o mücadeleye gönül vermiş genci, yaşlısı toplumun bütün kesimi derinden yaşadı. Bu yüzden, İstiklal Komutanlarımıza yapılan her hakaret önce onlara, daha sonra da o büyük mücadeleyi gerçekleştiren asker-millet bütün kesimlere Saygısızlıktır!..
güzel bir yazı olmuş. Dikkatlice okunması gerekiyor.
Kaleminize sağlık.