Okul hayatını bilirsiniz. Bir sınıf, sıralar, öğrenciler, sınıfın mimarı/mimarları olan öğretmen/öğretmenler. Duvarda T.C.Devletinin kurucusu, M. Kemal Atatürk’ün bir resmi ve eğitime dair özlü bir sözü. M. Akif Ersoy’un resmi ile birlikte İstiklal Marşının on kıtası. Panolarda mevsimler, ne haftasıysa, onunla ilgili görsel/yazılar, dünya haritası ve bir kara tahta (Eski adıyla). Kara tahtanın sağ üst köşesinde günün tarihi, sol üst köşesinde dersin adı ve konusu yazar, hemen altında, ‘’Konuşanlar’’ yazar ve sınıf başkanı konuşanları listeler.
Konuşmayanlar ve konuşamayanlar değil, konuşanlar listelenir! Kim bilir, belki de onlar seslerinin duyulması için dikkati bu şekilde üzerlerinde toplama yolunu seçmişlerdir. Günlük hayatta, dünyada da bu böyledir. Bunu haberlerden anlayabiliriz. Hep olumsuz olanlar haber konusu, pek çok önemli ve güzel olan şey vardır hayatta ama bir haber konusu olmaz. Acaba bunlar, güzel olanı sıradanlaştırdığımız için mi oluyor, ne dersiniz? Peki, sorun olduğunda yergi var da, bir güzel davranışta, güzel bir söylemde övgü var mı? Belki de, bu kara tahtada yazılanlar bir toplumun nasıl oluşacağının izlerini barındırıyordur, ne dersiniz? Peki, o kara tahtada, konuşanlar değil de, konuşmayanlar diye bir başlık olsaydı, nasıl olurdu? Yanına, bir yeni başlık daha atılsaydı, mesela konuşamayanlar yazılsaydı, nasıl bir toplum oluşurdu? Konuşan azınlık, tahtaya adı yazılarak ifşa ediliyor. Babam hep, kötüden örnek olmaz derdi. Haklıydı, çokta işe yaradığı söylenemez. Kötüyü, yanlışı göstererek, sen iyi ol, doğru olanı yap deniliyor. Konuşmayan çoğunluk yazılsaydı, kurallara uyanlar, kuralı çiğneyen konuşanlara örnek olabilir miydi? Sonra öğretmen geldiğinde, tek, tek konuşanların adını okuyup, onları tek ayak üzerinde çöp kovasının yanında dikerek cezalandırıp, arkadaşlarının yanında utandırmak yerine, konuşmayanların adını tek, tek okuyup takdir etseydi, nasıl bir nesil olurduk/olur? Sonrasında, tahtada yazılı olan konuşamayanlar listesindeki isimleri okuyup, neden konuşamadıklarını sorarak, anlamaya çalışsaydı, onlara yardım etseydi, konuşamayanların hayatları nasıl değişirdi? Sonuçta hepsi zarar görmüştür. Konuşanlar itaat etmeyip, baş kaldırdığı için, konuşmayanlar kurallara fazlaca uyup esnemeyi öğrenemedikleri için zarar görürler. Yine de her ikisi de bir seçimdir, derinlerinde, hayata karşı bilinçsizce yapılan bir protestodur. Konuşamayanlarsa, en çok zarar görenlerdir. Onlarınki bir seçim değil, bir zorunluluk, bir bastırılmadır. Onlar susturulmuşlardır, isteseler de konuşamazlar. Burada, hiç kimseyi yargılamadığımı belirtmek isterim. Ne okulu, ne sistemi, ne de öğretmeni. Kalabalık bir sınıf, dersin zaman dilimi, anlatılması gereken bilgiler vardır. Hiç kimsenin bunları düşünmeye, incelemeye vakti ve fırsatı yoktur. Yapmak istediğim, konuşma gruplarındaki insanları incelemek. Konuşamayanları anlatmak istedim, birden kara tahta geldi gözümün önüne. Öğrenciliğim boyunca, konuşanlar listesine adım hiç yazılmadı. Konuşamayanların da, farkında değildim tabi. Konuşmayanlar grubundanım. Okulun/sınıfın kurallarına uyan, gerektiğinde ve istediğinde konuşan. Yani, aslında o zamanlardan belliymiş karakterlerimiz ama biz farkında değilmişiz. Bunları, yetişkin olduğumuzda görüp, anlayabiliyoruz. Ama düşündüm de, sahiden tüm okullarda, eski usul değiştirilip, bu şekilde bir yenilik gelse, aslında güzel de olur. Bu defa, kurallara uymayan, (Sözüm ona; yaramaz, kötü çocuklar – Etiket? -) tahtada listelenen, konuşmayanları örnek almaz mı? Yani, örnek kötüden (Etiket) değil, iyiden (Olması gereken) olup, daha bilinçli bir nesil yetişmez mi? Denemek lazım.
Neyse, kara tahtadan yola çıktık, gelelim konuşamayanlara. Bir önceki yazımda, kısaca değinmiştim. O yüzden, bu konuyu atlamak istemedim. Çünkü insanın kendini, bir şekilde ifade etmesi gereklidir ve önemlidir. Bazı insanlar neden konuşamıyorlar? Dikkat edin, konuşmuyor değil, konuşamıyor? Konuşmayan, kendi isteğiyle konuşmuyordur, bir tercih yapar. Peki, ya konuşamayanlar?
Bir danışanım, ağır bir hüsran yaşamıştı. Zor bir durum yaşadıktan, hayal kırıklığına uğradıktan sonra, yani düştükten sonra yeniden ayağa kalkmak, gerçekten çok zordur. Zihin tekrar, tekrar kendisiyle konuşur, (Bozuk plak gibi tekrar eder durur.) hüsranını zihinsel bir travmaya, zihinsel bir hastalığa dönüştürür. Bu süreçte, yeniden ayağa kalkmanın, bildiğim iki yolu vardır. Zihnin, karmaşık, dağınık, tekrar eden ve bir noktaya sabitlenmiş sürecinde, zihne güzel şeyler ekerek, onu telkinle ikna etmek. İkinci yolsa, zihne yeni bir düşünce biçimi ekerek, düşünceyi eğitmektir. Danışanıma, her iki yolu da uyguladım ve ayağa kalkmasını destekledim.
Konuşamıyordu… Yılların birikimi artık, dolmuş, taşmak istiyordu, fakat o konuşamıyordu. Bunun, pek çok sebebi vardı tabi. Birkaç örnek vermek gerekirse; çocukken konuştuğunda, çocuklar çok konuşmaz, diye susturulmuştu. Söze girdiği zaman, büyüklerin sözü kesilmez diye susturulmuş, zaman, zaman da tokat yemişti. Konuştuğu diğer zamanlarda, söyledikleri sürekli düzeltilmişti. O henüz bir çocuktu, hiçbir şeyin farkında değildi tabi. Çok sürmeden, çocuk yaşta susmuştu. Sonra, niye konuşmuyorsun diye kızmışlardı. Daha sonra, o zaten konuşmaz, diye bakarak, gerektiğinde bile fikri sorulmamıştı. Hatta konuşsa bile, hiç duyan yoktu. O kadar alışmışlar ki, konuşmuyor oluşuna, konuştuğunda, kimse ondan gelen sesi duymuyordu. Sonunda, söylemleri uçup gidiyordu. O, konuşmuyor değildi, konuşamıyordu. Nasılsa konuşmuyor, etiketi çok kolaydır. Neden konuşmuyorsun, diye -gerçek manada, anlamak ve çözüm üretmek için- soran olmaz. Nitekim o da yaşadığı hüsranı, travmatik bir hale dönüştürmüştü. Bu duruma gelmesinin en büyük sebebi, konuşamıyor olmasıydı.
Konuşamamasının en derininde, hata yapma korkusu yatıyordu. Bu korkusu, ileriki yaşlarında iyice keskinleşmiş, davranış haline dönüşmüş, sözüm ona, karakteri olmuştu. Elbette o, artık konuşuyor. Hatta bülbül gibi şakıyor diyebilirim. Etrafındakilerde bu durumdan, memnun ve de mutlular. Konuştuğunda hata yapıp, küçük düşeceği düşüncesi, yaralı iç çocuğun inancıydı. Yaralı iç çocuğu iyileştirip, yetişkin halindeki bakışıyla değerlendirince, çok şey değişmişti. Bu bir kerelik bir şey değil, bir süreçtir. Sonuç olarak, yaşadığı hüsranı, anlatamıyor, sorunları çözemiyordu. Bu konuşamamak konusu, iletişim sıkıntısı, zorluğu yaşadığı için, hayatını kaliteli yaşamasına engel oluyordu. Bir durum yaşadığında, kendini savunamıyordu. Ayrıca, problem çözme yetisi gelişmemişti. Konuşamadan, problemler nasıl çözülebilirdi ki, öyle değil mi? Davranışlarıyla gösterse de kendisini, davranışlarından anlaşılabilmesi için, etrafında davranışlarını gözlemleyen kişiler olmalıdır. Maalesef öyle bir ortamda yaşamıyordu. Diğerlerinin onu anlamasını beklemek, beyhude bir arzuydu. Problem çözme, insan hayatında çok önemlidir. Bir sorun yaşadığımızda, zihnimiz güvenli alanında olmak ister. An da ezberler çalışır, kork ve kaç, kork ve savaş. Problem çözme yetisi yoksa kişi kaçmayı seçer, savaşmayı değil. Konuşamamak kaçmaktır, bir karakter değil, kendinin öyle olduğunu sanmaktır. Güzel olansa, çözümü vardır. O kişilerin içinden, kendinin bile farkında olmadığı, tanımadığı, bambaşka bir kişilik ortaya çıkar. Asıl karakteri odur, diğer karakteri sandığı yanı, sahte kişiliğidir. Danışanımın içinden bambaşka bir kişi doğdu. Aynı zamanda, yaşadığı hüsranla, travmasını çok daha kolay atlattığı gibi, çözüm yolu üretmeyi başardı. Yeni ektiğimiz düşünce biçimini, diliyle destekleyince, açıkçası, özgüveni yerine geldi.
Sonuç olarak, konuşmamak, ihtiyaç duymadığı, gerek görmediği için, bilinçli olarak yapılan bir seçimdir. Konuşamamaksa, kişilerin yaşamlarını zindana çeviren, kaliteli yaşamaktan alıkoyan, ruhsal bir sorundur. Peki, siz hangi gruba giriyorsunuz? Kendinizi, yeterince ve doğru bir şekilde, ifade edebiliyor musunuz? İfade ettiğinizde, bu durum, o anda iletişim halinde olduğunuz kişiye geçiyor mu? Karşınızdaki kişide, yer ve anlam buluyor mu?