Yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere, son günlerde 1923’de imzaladığımız Lozan Antlaşması, Cumhurbaşkanımızın çıkışı ile tekrar gündeme gelmiştir.
Tarihi hadiselerin önümüze gelmesi olağan olsa da, bazı konuların sürekli ısıtılarak tekrar edilmesi pek olağan olmasa gerek. Ancak yine de böyle mühim konuları çeşitli çevrelerce tartışılması sağlıklı değerlendirmeler açısından gayet güzeldir. Lozan Antlaşmasını değerlendirirken zannımca en mühim hadiselerden bir tanesi dönem koşullarına göre değerlendirmektir.
Kısaca ifade edecek olursak; 1911 tarihinde İtalyanların Trablusgarp’da (Bugünkü Libya) işgalci faaliyetlerde bulunması ile Osmanlı İmparatorluğu 11 yıl sürecek savaş serüvenine girdi. Trablusgarp’ın etkileri sürerken bir yıl sonra Balkan Savaşları başladı ve devlet oldukça yıprandı. Tam yaralar sarılır artık denilirken, tarihe büyük kıyamet olarak da geçen Birinci Cihan Harbi başladı. 1918 itibariyle savaştan yenik çıkan devletler, çok ağır hükümler içeren anlaşmalara maruz bırakıldı. Bu anlaşmalara karşı isyan eden Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Milleti, 1922’e dek süren büyük kurtuluş mücadelesi vermiştir. Bizler bugünlerde sıcak koltuklarımızdan Lozan’ı değerlendirirken, o dönemi yaşayan insanlar 11 yıllık savaş döneminden Lozan’a gittiler, yani ‘Barış’a aç bir şekilde. Son olarak Lozan’a giden Türkiye’nin, İstanbul’u, Boğazları ve İzmir Limanı işgal altındadır. Bu durumda olan bir ülke, bir an önce kalkınmak zorunda ve bunun için de kalıcı barışa ulaşmak zorunda.
İkinci husus olarak, Lozan zafer mi hezimet mi yaklaşımından ziyade Lozan, iki tarafında razı geldiği bir anlaşmadır. Ankara Hükümeti Lozan’a galip olarak gittiğini düşünse de, Lozan’daki bütün devletler (Sovyet Rusya hariç) Türklerin zafer kazandığını düşünmüyordu, çünkü onlara göre, Türkler sadece Yunanlıları yendi algısı hakimdi. Yani, Lozan’da karşı karşıya gelen her iki taraf da kendisini galip, karşısındakini mağlup olarak görmüştür. Bizim Lozan’a giderken ki aklımızda iki temel nokta vardı: 1) Misak-ı Milli 2) Tam Bağımsızlık.
Misak-ı Milli konusunda en çok gündeme gelen Musul konusudur. Musul ile ilgili olarak, Lozan’a giderken Musul bizim elimizde değil, İngilizlerin elindedir. 8 Kasım 1918’de Osmanlı İmparatorluğu Musul’u terk etmiştir. Hatta Osmanlı 6. Ordusu Komutanı Ali İhsan Paşa şehri İngilizlere terk etmemek için istifa etmiştir. Ali İhsan Paşa’nın yerine gelen Binbaşı Halit, İstanbul Hükümeti’nden aldığı emir ile Musul’u terk etti ve 15 Kasım 1918’de İngiliz askerleri Musul’a asker çıkarıp işgal etti. Şu soruyu burada sormak isterim. Lozan’a giderken, vazgeçilmez şartımız olarak öne sürdüğümüz Misak-ı Milli sınırlarında elinizde bulunmayan Musul’u da dahil etmeniz ve Musul konusunu Lozan Antlaşması sonrasına bırakılması için mücadele verenler mi Musul’u almak istemediler? Mustafa Kemal bu konuyu şöyle ifade eder: ‘’Musul’u vermemekte ısrar edersek savaşa girmiş oluruz. Musul meselesini bir seneye kadar halletmek üzere erteleyip barışa geçmek gerekli. Bu ondan vazgeçmek değildir. Ama karşımızda yalnız İngilizler değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları var. Lozan sonrası bu konu tekrar görüşüldüğünde sadece İngilizlerle karşılaşacağız’’ ifadelerini kullanır.
Tam bağımsızlık konusuna da kısaca değinmek isterim. Lozan’daki konferansın başlangıcında Poincare İsmet Paşa’ya ‘’ Sizin için en önemli konu nedir? Diye sorunca İsmet Paşa hiç düşünmeden ‘’ Tam Bağımsızlık’’ demiştir. O dönemde dahi, Osmanlı’dan kalan Kapitülasyonlarını sonuna kadar kullanan Lozan temsilcilerine (bir nevi Osmanlıyı sömürüyorlardı) bu haklarından vazgeçirmek, büyük bir başarı sayılmalıdır. Tam bağımsızlık hususunda 16 Temmuz 1923 tarihli İngiliz Gizli İstihbarat Servisi’nin şu raporu dikkat çekicidir: ‘’M.Kemal tam bağımsız bir Türkiye yaratmayı iyice kafasına koymuştur. Bu uğurda seçimlerde muhalifleri dize getirmeye kararlıdır’’. Son olarak belirtmek isterim ki, Lozan muhteşem bir zafer, veya çok kötü bir anlaşma değildir. Lozan ile kazandıklarımız da kaybettiklerimiz de önemli. Ancak o dönem şartlarında Sevr gibi bir anlaşmanın sunduğu ülke sınırlarından bugün bulunduğumuz sınırlara gelmemiz (Hatay daha sonra) 1924 tarihli Fransız Gazetesi Eclair’in de ifade ettiği gibi ‘’ Hilal’in Haç’a büyük bir darbesi’’ olarak o dönemki Müslüman ahaliyi de oldukça mutlu etmiştir.
Güzel bir yazı olmuş. Hemsehrimizin ellerine sağlık. İnşallah tekrar televizyonda görebiliriz. Sevgilerle.