Çok uzak değil, insanlığın mum ışığında yaşadığı yıllar. O günden bu güne, çok şey değişti. Bugün insanlık, konuşan arabalar, konuşan teknolojik aletler, konuşan evler, dokunmadan yanan ışıklar yaptı. Bilimde, tıpta ilerledik, çok yol kat ettik, uzaya füze fırlattık. Şimdilerde, robotları konuşuyoruz. Traktör hayatımıza geleli, ne kadar zaman oldu? Çok uzakta değil, yakın tarihlerde öküz sabanlarıyla topraklar sürüldü. Daha öncesinde, sabanın önünde insan vardı. Şimdi tarlaları ekip, biçecek insan kalmadı neredeyse. Yakındır, toprağı robot makineler sürüp, ekip, biçer. Daha çok şeyi de görürüz ömrümüz olursa. Bilimde, tıpta bunca yol alan insan, insani konularda, bir arpa boyu yol almıştır. Bugün hala şiddeti, ayrımcılığı, öfkeyi vs konuşuyoruz. Oysa basit dokunuşlarla çözülebilecek konulardır bunlar. Şiddet dışarıda görünür fakat şiddet içeridedir. Önce şiddeti, öfkeyi, ayrımcılığı vs içeride bitirmek gerekmektedir.
İnsan var, biz insanı kadın ve erkek olarak ikiye böldük. Çocuk, genç, yaşlı, diyerek çoklu hale getirdik. Nerede bir ikilik veya çokluk varsa, orada çatışma, savaş vardır. Karı, koca ve benlik. Evliliklerin bitmesinin, ayrılıkların çoğunun sebebi budur. Ben/sen ikiliğidir onları ayıran. O zaman biz yoktur, ben dediğimiz benlik vardır. Gurur evliliğin en büyük düşmanıdır. Eşler daim almak ister, vermek değil. Önce karşısındakinden bekler. Sen bana bir adım at, ben sana iki adım atayım. Yine ben der. Önce ben adım atayım demez, böylece hep bekler ama hiçbir şey değişmez. Ayrılığı çözüm sanırlar, sonra adı ve özellikleri farklı olan bir kişiyle yeniden başlayabilirler. Hiçbir şey değişmez çünkü kişi, kendisi değişmemiştir. Evlilikleri bitiren, sorun bende değil, sorun sende, bakışıdır. Bunun altında yatanda, kişilerin zihninde bulunan imgelerdir. Hiç kimse değişmek istemez. Bu imgeleri değiştirmek istemez, kolayı seçer. Kolay olan karşısındaki kişiyi suçlamaktır, zor olan kendi sorumluluğunu alarak değişimi başlatmaktır.
Nadiren gelen, erkek danışanlarımdan olan, bir kişiden bahsetmek istiyorum size. Kişisel sorunları için bana başvurmuştu. Kariyeri, işi, ekonomisi gayet iyiydi. Fakat eşiyle, bir türlü ortak bir yerde buluşamıyorlardı. Her şeyi, ailenin ekonomisine cevap vererek çözeceğini sanıyordu. Bunun yeterli olduğunu düşünüyordu ama işin aslı öyle değildi. İleriki süreçte, eşiyle de çalışmalar yapmıştım. Beyefendi, sorun bende değil, onda diyordu. Hanımefendi de, sorun bende değil onda, diyordu. Haydi bakalım, buradan buyurun.
Beyefendiyi dinliyorum haklı, hanımefendiyi dinliyorum, o da haklı. Her ikisinin de kendilerince haklı olmak için çuval dolusu sebepleri var. Karşımda bir aile tablosu var ve ben bu tabloyu seyrediyorum, dinliyorum. Birbirlerine karşı olan, birbirlerinden ayrı iki kişinin, kimlik savaşını görüyorum bu resimde. İki ayrı ben var ama ortada biz diye bir şey yok. Erkek, erkek olmanın ağırlığıyla saygı ve değer görmek istiyor. Kadın, kadın olmanın getirdiği nezaketi, saygıyı, değeri bekliyor, istiyor. Her ikisi de sadece istiyor ve bekliyorlar. Bekleyen insanlara, hayat bolca beklemeyi verir. Onlar hep beklerler, adım atmazlar. Bunun sebebi, öğretiler, kalıplar, sınırlar. İkisinin de zihinlerinde kadına ve erkeğe dair imgeleri var. Kadın, kocasının zihnindeki eş imgesi ile uyuşmuyor. Erkek, karısının kafasındaki koca imgesiyle uyuşmuyor. Her ikisi de zihinlerindeki karı, koca ile yaşıyorlar ama kendileri, kendilerinden beklenen kişiler değiller. Sürekli birbirlerini, zihinlerindeki modele göre değiştirmek için bir çaba ve savaş halindeler. Sonra birbirlerini suçluyorlar. Anne ve babalarından kopyaladıkları imgelerle dolular. Oysa kadın kocasının annesi, erkekte karısının babası değildir. Ayrıca birbirlerine karşı, evlilik sürecindeki tecrübelerine dair de pek çok etiketleri var. Nitekim bir haklı olma savaşı ile farkında olmasalar da, birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Görünürde birlikteler ama aslında birbirlerinden ayrılar. Haklı olmak mı, mutlu olmak mı diye ayrı olan seanslarda, her ikisine de sordum, cevap veremediler. Onlar savaşmayı, çatışmayı, haklı olmayı seviyor, üstün olmaya sevdalanmışlardı. Bu da, kendini koruma güdüsünden kaynaklanıyordu. Sınırlarımdan vazgeçersem ezilirim! Dolayısıyla, kendini ezdirmemek için sınır koruma üzerine bir sınır savaşı veriyorlardı. Lakin bunun farkında değillerdi. Kendi sınırlarını korurken, birbirlerinin sınırlarına saygı duymuyorlardı. Karşılıklı olarak, sürekli bir sınır ihlali vardı. İşin açıkçası, birbirlerine, benim istediğim gibi ol diyorlardı. Sınırlarında esnemek, sınırsızlık değildir. Sınırlarından vazgeçmek, yok olmak değildir. Sınır gereklidir fakat bazı sınırlar gereksizdir, ezberdir, kişiyi/kişileri yorar. Değerlerde elbette sınır olmalı ve korunmalıdır. Fakat gurur adı altındaki sınırlar, benlik çatışmasından öteye gidemez. Her insan ayrı bir kimliktir ve kimlik koruma adı altında verilen çaba savaşa dönüşür, yolu yanlıştır. Eşler bu şekilde uyumu yakalayamazlar. Evlilik bir danstır. İki kişinin dansıdır. O uyum yakalanamazsa tek kişilik, ayrı, ayrı olan bir dans yaşanır. Sırf karım şımarmasın diye ona güzel sözler söylememek. Sırf kocam beni ezmesin diye kılıcı kınının dışında, hazır olda yaşamak… Kadında, erkekte insandır, yaratılışı, fıtratı gereği farklı özelliklere sahiptir. Bu savaş kadını erkeğe, erkeği kadına dönüştürmektedir. Kadın kadınlığını, erkek erkekliğini yaşamalıdır. Bunu da hiç kimse kendisine veremez. Her ikisi de, birbirlerine vermeli ve yaşatmalıdır. Diğer türlüsü, beklemekten öteye geçemez. Savaş baltalarını gömmek gerekir. Her ikisine de sormuştum, ne istiyor, ne bekliyorlardı, bunu merak etmiştim. Aynı cevabı vermişlerdi. Sevgi, saygı ve huzurdu istedikleri. Bunları istiyor ve bekliyorlardı ama birbirlerine vermiyorlardı, sadece istiyor ve bekliyorlardı.
Sınır demişken, aklıma geldi. Dün, oğlumla sağlık ocağına gittik. Doktorun masasının önünde, duvardan duvara çekilmiş bir ip vardı. Hocam, size bu sınırı, duvarı ördüren nedir, dedim. Beden diliyle göstererek cevap verdi. Hastalarının tam yanına kadar geldiğini, özelliklede bu hassas dönemde, böyle düşüncesizlik ettiklerini söyledi. Bu nedenle, o ipi, duvardan duvara çekmiş, hastalarıyla arasına bir set örmüştü. Bunun nedeni, kişilerin kendi sınırlarının olmayışı, olmayan sınırlarını koruyamayışıdır. Böylece karşısındaki kişinin sınırı olduğunu bilmeyişi, bilmediği sınırı da koruyamayışıdır. Bu vesileyle, bir sonraki konumuz sınırlar ve karşılıklı sınırlarımızı korumak olsun. Hatta bunu nasıl yapacağımızı da, birlikte konuşabiliriz.
Bu çiftin, zihinlerindeki imgeleri yıkmaları, birlikte aynı dansta buluşmaları, elbette bir süreç gerektirdi ama bunu başardılar. Her ikisi de birbirlerini tanıyor, ne istediğini, ne beklediğini aslında içlerinde biliyorlardı. Fakat bunu görmezden gelerek, birbirlerine vermiyorlardı. Ya da, yolları doğru bir yol değildi. Hır gürle, inatlaşarak, arzulanan sonuca varılamaz. İşte bunun getirdiği karşılıklı savaş bir şiddettir. Şiddet illa fiziksel bir hareket değildir. Kaldı ki, beyefendinin hayat hikayesinde, annesini döven bir baba rolü vardı. O yüzden o bir karar vermişti, karısını dövmeyecekti. Dövmediği için de kendini iyi koca rolünde görüyor, şiddet uygulamadığını düşünüyordu. Kendisini böyle avutuyordu. Oysa ilişkisi şiddet doluydu. Karısına, diliyle, bakışlarıyla, hareketleriyle, görünmeyen bir psikolojik şiddet uyguluyordu. Kadınsa, annesini yaşıyordu, dişi değildi. Annesinin, babasına karşı kendini koruyan, bağırma, sindirme, yok sayma davranışlarını uyguluyordu. Çünkü babası da annesini, sürekli aşağılıyor, küçümsüyordu. Adeta kocasının annesiymiş gibi ona davranıyordu, sonra kendisini kadın olarak görmediği için kocasına kızıyordu. Erkek, karısına okey masasındaki arkadaşı gibi davranıyordu. Zihinlerinde pek çok imge vardı. Sonuçta, onlar kendileri değildi. Eril ve dişi, hiç değillerdi. Birbirlerine, birbirlerinin anne ve babalarının karakteristik özelliklerini yaşatıyorlardı. Öğrendikleri karı/koca imgelerini devam ettiriyorlardı. Oysa kendileri, anne, babalarından farklı kimliklerdi. İçlerinde, asıl olan kendilerini bulmak ve açığa çıkarmak gerekiyordu. Bunları yıkmak ve değiştirmek zaman aldı ama sonunda, gerçekten karı/koca olmayı başardılar.
Kadın, gereksiz yerlerde, gereksiz konuşup, her şeye cevap vermeyi kendini korumak sanıyordu. Bu durumda dişiliği yok oluyordu. Erkek, küçümseyerek, aşağılayarak, ezerek, kadını yok sayıyor, erilliği yok oluyordu. Aynı kadını/erkeği, dışarıda görsek, eminim karşı cinsleriyle böyle bir iletişim sergilemezler. Fakat eve gelince bunu yapıyorlar. Birbirlerini sıradanlaştırmışlar, aralarındaki saygıyı, sevgiyi, sağlıklı iletişim dilini yitirmişlerdi. Sevgi ve saygıdır ilişkilerde huzuru getiren. Sınırlarımı koruyorum ama senin sınırlarına saygı duymuyorum. Bu bakış, kişileri bir yere taşımaz. Bunun için de kendi yaşamına sahip çıkmak gerekiyor. Kendi yaşamına sahip çıkmak demek, karşıdaki kişiyi ezmek, yok saymak demek değildir. Kendi sınırlarını korurken, onun da sınırlarına saygı duymak demektir. Nitekim sonucunda her ikisi de yaşamlarındaki, ‘’Sorun bende!’’ bölümlerini görmüş ve bunları kabul etmişlerdi. Her ikisi de esnedi ve birbirlerinin isteklerine, beklentilerine cevap verdiler. Zihnin alışkanlıkları çok güçlüdür. Bu alışkanlıkları değiştirmek, emek gerektiren bir süreci içinde barındırır. En derinine inersek, düşüncenin değişimidir ve düşünce değişimden korkar. Eskiye tutunmayı sever, dolayısıyla şimdide var olamaz, bunun sonucunda da yeni olamaz. Buna değişimin sancıları diyorum. Değişmek istemeyen kişi, şikayet etmeyi, haklı olmayı seçmiş demektir. Bunu kendine bir dava edinmiş, davasının peşinde koşmaktadır. Oysa davasının adını değiştirse, her şey değişecek. Yine bir dava için mücadele et ama adı başka olsun. Onların yaptığı da buydu. Uğruna hayatlarını harcadıkları davalarının, adını birlikte değiştirdik. İki kişinin olduğu ama tek kişilik ayrı danslarının davasını değiştirdik, iki kişinin ortak bir dansıydı yeni davalarının adı. Böylece sorun kalmadı, sorun olmadığı yerde çözüm aranmaz, hayatla birlikte akarsın. Sorun, kusur aramak istersek, çok şey sebep olur. Sorun üretmezsek, ortada sorun diye bir şey kalmaz. İşte orası, ‘’Sorun bende değil, sorun sende.’’ değil, biz olunan yerdir. İkilik kalkmıştır, bize geçilmiştir. Biz denilen yer, tekliktir, benin değil, bütünün iyiliği göz önünde bulundurulur. İkiliğin, çokluğun, ayrılığın bitip, biz dediğimiz tekliğin bulunduğu, yani bütünün olduğu yerin adı, huzur ve mutluluktur. Huzur ve mutluluk şimdidedir, oysa kişiler onu bir yere vardıklarında ulaşabilecekleri bir şey sanırlar. Huzur ve mutluluk, uzaklarda aranan, beklenen bir şey değildir. Huzur ve mutluluk, şimdinin içinde olan güzellikleri görmektir. Şiddeti, savaşı değil, barışı seçmektir. Barış, ben sana iki adım atayım, sen de bana bir adım at, diyerek başlar. Sevgi, saygı, huzuru ilk önce kendisi vermeye başlar kişi. Ne ekersen onu biçersin. Hayat, ona verdiklerimizi bize geri verir. Sevgiyi, saygıyı, huzuru, değeri, karşıdaki kişiye vermek demek, aslında almak demektir. Çünkü bunların dönüşü kişinin kendisinedir. Diğer türlü, karşımdaki kişi bana versin diye bir ömür beklenir. Beklemek veya adım atmak, işte bütün mesele budur. Bu da bir seçimdir.
Aman Tanrım! Hayata karşı duruşum değişti...
Taner Araz. Bu bakışınız sevindirici.
Böylesine güzel bir yazıyı okumak çok keyifli, ama, aynı zamanda düşündürücü. Çocuk doğar ve ilk üç yılda beyin yazılımı anne ve baba nın eseridir. Ailedeki pozitif donanım yeterli ise ne ala, ya değilse? Zaten her şey buradan başlıyor gibi... sonra iki farklı karakterin çatışması, uyum denilen şey belkide karşılıklı oynanan bir oyundur...selamlar, saygılar....
Merhaba Hasan Demircan. Yorumunuz için, teşekkür ediyorum.