Ağaç kelimesi ağacın kendisi değildir, dil aracılığıyla neyi işaret ettiğimizin ifadesidir. Kelimeler ancak aracıdır, dolaylıdır. Ağaç ile bir ilişki, bir bağ kurmak istiyorsak ağacın yanına kadar gitmeli, ona bakmalı, hatta dokunmalıyız. Ancak o zaman ağaçla gerçek bir ilişkimiz olabilir.
Duygular ortaktır, hepimiz aynı duyguları hissederiz, birbirimizin nasıl hissettiğini bilmeyiz ve yorumlayışımız, dil ile ifade edişimiz, davranışla ifade edişimiz farklıdır. Ne anlatırsak anlatalım, ne şekilde ifade edersek edelim yetmez. Çünkü dil ve davranışla anlatım ancak ağacın dalları, yaprakları olabilir ve bu dolaylı ilişkidir. Oysa gövdesi, kökleri içimizdedir, ancak duygunun kendisine bakarsak onunla doğrudan bir ilişkimiz olabilir.
Kırgınlık, öfke, nefret, kızgınlık, neşe, üzüntü… Duyguları tanıyorsunuz değil mi? Ve bütün bunlar insanın duygusal dünyasıdır. Yeryüzüne gelmiş, gitmiş tek bir insan dahi yoktur sanıyorum, kırılmasın, incinmesin, üzülmesin. Peki, biz ne yapıyoruz? Kırgınlık geçiyor mu? Kelimeler dilde, duygusu bedende. Bedenimizde olup bitenlerden bihaberiz. Böylece kendimizin bütünselliğinden kopmuş, sadece kafamızın içindeki düşüncelerle yaşıyoruz. Birçoğumuz boynundan aşağısının farkında değil, bedeni ile hiç bağlantısı yok. Böylece bölünmüş bir vaziyette yaşıyoruz. İçimizdeki bu bölünme dışımıza uzanıyor ve dış dünya ile de bölünmüş vaziyette yaşıyoruz. Peki, içimizde ve dışımızda olan bu bölünme niye var? Burada devreye düşünce giriyor ve bu konuyu bir sonraki yazımda irdeleyeceğiz. Şimdi, içimizde çatışma ve bölünme olmaksızın, organizmanın bütünlüğüyle barış içinde yaşayabilir miyiz? Bu sorunun cevabını bulmak için ilk önce insanın barışı aranması değil, kendisinin çatışma içinde olduğunu görmesi gerekir. Peki, kişi çatışma içinde olduğunu, içindeki savaşı doğrudan gördü, ne yapacak? –Dikkat ederseniz doğrudan gördü diyorum, bir ağacın karşısında durmuş onu doğrudan görmek gibi gerçekten görmekten bahsediyorum, ağacın zihinde oluşan imajından bahsetmiyorum çünkü imaj ile görmek dolaylı görmektir, kendisini görmek değildir. – İnsan çatışma içinde olduğunun kendisini doğrudan gördüğünde ne yapacak? Hiçbir şey. Doğrudan görmek yeterlidir, bir şey yapmasına gerek yok. O zaman duygu sakinler. Çünkü duygunun kendisiyle ilgileniyor, direkt ona bakıyor, doğrudan bir ilişki kuruyorsunuzdur. İşte ancak o zaman insanın kendisiyle gerçek bir ilişkisi başlar ve bu gerçek ilişkide bölünme yoktur.
İyi, güzel de kendimize bakmayı bilmiyoruz, çünkü kelimelerle yaşıyoruz, ne yapacağız diyebilirsiniz, haklısınız. Burada da bilmemenin güzelliğine sığınabilirsiniz. Kendime doğrudan bakmayı bilmiyorum, kendimle ilişkim hep düşünceler, kelimeler yoluyla, dediğinizde de kendinize karşı dürüst olur, bilmiyorum dediğiniz için de alçakgönüllü olursunuz. O zaman düşünce sakinler, zihniniz sessizleşir çünkü cevabı bilmiyorsunuz. Deneyin. Gözlerinizi kapatarak içinizden sessizce bunları söyleyin, bunu uyguladığınızda düşüncelerinizin kısa bir süre içinde olsa durduğunu göreceksiniz. Çünkü cevabını bilmiyorsunuz. Ve eklersiniz, gerçekten bilmiyorum. Bir sessizlik, bir boşluk olur.
İnsan olmuş olanla, olmasını istediği arasında gidip, gelir, böylece olanın kendisini gözden kaçırırız. Hayatımız etiketlerden ibaret, etiketlerle tanımlıyoruz kendimizi ve diğerlerini. Kadın, erkek, mesleki etiketler, anne, baba, abla, abi, dini etiketlerimiz var Müslüman, Hristiyan gibi. Kökenimiz, Sinoplu, Ağrılı, Amerikalı, Endonezyalı, Türk, Kürt, Laz, Çerkez… Hatta bir isimden ibaretken, ismimiz kim olduğumuzla birleşmiş, biriktirdiğimiz imajlar ve etiketlerle dolu olmuş bir hale gelmiş, kim olduğumuzdan bihaber yaşıyoruz. Duygularda aynı şekildedir. Öfke, korku, kızgınlık dediğimizde, duyguyu da etiketliyor ve duygu ile aramıza kelimeleri koyuyoruz. Böylece duygunun kendisiyle değil, kelimeleriyle ilişkimiz oluyor ve bu gerçek olmadığı gibi, dolaylı bir ilişkidir. Çünkü öfke kelimesi ve bu duyguyu ifade eden kelimeler bütünü olan kelimeler öfke duygusunun kendisi değildir. O özünde bir duygudur, bir duygu gelir bedenimize girer ve biz onu öfke olarak etiketlediğimiz için o öfkeye dönüşür. Veya korku duygusunu ele alalım, bu duyguları tanıyorsunuz değil mi? Bedene bir akım gelir, içerisi hareketlenir, o bir duyumdur, bir duyumu algılarız, nihayetinde o bir duygudur. Ve biz ona korku dediğimiz için duygu korkunun bilgisine dönüşür, korku olarak hareket eder. Öfke kelimesi olmasa öfke diye bir şey olur mu? Korku kelimesi olmasa, korku diye bir şey olur mu? Kelime olmaksızın duygunun kendisine baktığınızda, sadece bedeninizdeki duyguyu fark eder, hissedersiniz. Ve ona doğrudan baktığınız için - ki, bu eylem duygunuzla ilgilendiğiniz anlamına gelir- duygunuz sakinler, yatışır. Böylece kendinizle çatışmadan yaşamanın ilk adımını atmış olursunuz.
Peki, insan neden bu hale gelmiştir? Biliyorsunuz değil mi? Bir yerde kıskançlık duygusu gelmiştir, kıskandığımız için yargılanmış veya alay konusu olmuşuzdur, o anda utanırız. Böylece kıskançlık duygumuzu da, utanma duygumuzu da bastırır, saklarız, hatta o duygumuzdan kaçarız. Başka bir yerde korkmuşuzdur, birileri cesur olmadığımız için bizi küçümsemiştir. Böylece korku yanlış bir şeymiş gibi bakarız, üstüne üstlük küçümsendiğimizi hissederiz ve bu hoşumuza gitmez, onu da bastırır, hatta ondan kaçarız. Öfkelenmişizdir ve yüksek sesle bağırarak, hatta tabiri caizse ağzımızdan salyalar akıtarak, kendimizi kaybetmiş bir vaziyette nağralar atarız. Buralarda da etiketleniriz, filanca çok öfkeli, öfkelendiğinde şöyle bir canavara dönüşüyor, gibi… Böylece öfke duygusunun da yanlış olduğu kanısına varırız. Hal böyle olunca öfkelenmemeye gayret eder, öfkemizi bastırmaya, yok saymaya çalışırız. Sonuçta duygularımızı yargılarız. Neşe, sevinç güzeldir onları yanımızda taşımak ister, olup bittikten sonra dahi o anıyı sürekli kendimize hatırlatarak yeniden yaşamaya çalışırız. Diğer duygular kötüdür, onları yok sayarak yaşamaya çalışırız. Peki, duygunun iyi ya da kötüsü var mıdır? Bölünme ve çatışma ta buradan başlamış olabilir mi? Bir duyguyu beğenir, diğerini beğenmeyiz. Eğer duygularımızı tanımlamazsak, yorumlamazsak, iyi, kötü diye bir duygu var mıdır, yoksa duyumun kendisi mi vardır? Ve elbette bu anlatımım yine kelimeler aracılığıyladır. Eğer kelimeleri okuyorsanız, yine kelimelerle anlarsınız. Ve anlamak düşünce ile olan bir şey değildir. Eğer okurken, arka tasarda yorumluyor, açıklıyor, kendi deneyimlerinizle bağlantı kuruyor, özdeşleşiyorsanız bir şey anlamadığınızdan emin olabilirsiniz. Eğer arka planda düşüncenin hareketi olmaksızın okuyorsanız, işte ancak o zaman öğrenebilirsiniz. Ki, bu konuyu da mutlaka ileriki yazılarımda açacağım.
Ne yaparsak yapalım. Duyguyu bastıralım, yorumlayalım, kaçalım, yargılayalım vs. ne kırgınlık, ne öfke, ne de diğerleri için bir şey değişmeyecek. Çünkü kökleri içeridedir, bedendedir. Oysa duygularınızın kendisine bakarsanız, kendinizle bölünme olmaksızın, barış içinde yaşamanız için katalizör görevi görür ve çiçek açar. Sadece okumayın, yapın. Şu anda bakmanız çok fazla bir anlam ifade etmez. Öfkelendiğinizde dikkatinizi bedeninizde olana verin, duygunuzun, bedeninizin, böylece kendinizin sakinlediğinizi göreceksiniz. Olduğu anda onunla doğrudan ilişki kurun – her duygu için geçerlidir- süreç içinde duygusal dünyanızda dönüşümün başladığını, içinizde huzurun doğduğunu göreceksiniz. Yine iç dışa doğru uzanacağı için, dış dünyanızda da özdeşleşmeden yaşamaya başladığınızı göreceksiniz. Bu özdeşleşme konusu da ayrıca önem arz etmektedir, buraya not düşmüş olalım, çünkü bu konu üzerine de eğilmeliyiz.