Sevmek, kıskanmaktır, seven kıskanır. Çok bilindik bir cümle, değil mi? Peki, gerçekten öyle midir? Kıskanmak sevgi, hatta sahip çıkmak mıdır, yoksa sahiplenmek midir?
Çocukları büyümüştü ve kadın artık çalışmak istiyordu. Eşi buna izin vermiyordu. Birincisi, olanları yetiyordu, çalışmasına gerek yoktu, ikincisi ise karısını çok kıskanıyordu çünkü onu seviyordu. Bu tartışma yıllarca sürüp gitti. Kadın, sadece çalışmak ve üretmek istiyordu. Başka da bir niyeti yoktu. Bütün gün evdeydi, erken gençlik yıllarındaki gibi kolayca arkadaşta edinemiyordu. Eşi, zaten evlendiğinden beri kendisinin çalışmasını hiç istememişti. Çocuklar olup, büyürken, zaten onların hayatlarıyla çok meşguldü. Fakat artık çocuklar büyümüştü, bir şeyler yapabilirdi. Sonunda kendi arzusunu hayata geçirmek istedi. İş aradı ve buldu ve bunu eşinden saklayamazdı. O akşam evde, çoğu tabak, bardak vs kırıldı. Kadın, eşinin üzerine yağdırdığı stresle birlikte ertesi sabah erkenden kalkıp işe gitti. Aynı akşam evde yeniden kızılca kıyamet koptu. Belli ki kadın onu dinlemeyecekti. Adam evdeki tüm yedek anahtarları alıp, kapıyı dışarıdan üzerine kilitledi. Kadın işe gidemedi. Aradan zaman geçti, başka bir iş buldu. Bu defa, kırılan vazolarla birlikte, adamın parmaklarının arasında kadının saçları vardı. Adam, karısı işe gitmesin diye, çalıştığı şirketten iki gün izin aldı ve işe gitmedi. Bütün bunlar oluyordu çünkü karısını seviyordu ve çok kıskanıyordu. Sevmek kıskanmaktır! Kadın, bir daha çalışmayı denememiş, pes etmişti. Böylece dört duvar arasındaki mutsuz ama güvenli hayatına devam etmişti.
Genç kızın, liseyi bitirmeye yakın hayırlı bir talibi çıkmıştı. O, okumak istiyordu. Eş adayı ve babası, genç kız ile ailesine onu okutacaklarına dair söz verdiler. Böylece okul biter bitmez evlendiler. Zaten çokta söz söyleme hakkı yoktu. Bilirkişi yetişkinler varken, toy bir genç kızın sözleri, idealleri kimin umurundaydı? Evlendi, hiçbir şey konuşulduğu, söz verildiği gibi olmamıştı. O yine de sınavlara hazırlanmaya devam etmiş ve istediği bölümü kazanmıştı. Fakat kazansa ne çare, emir büyük yerdendi. Ailesi de ona sahip çıkmamış, hakkını aramamıştı. Böylece sahipsiz ve yalnız kalmıştı. Ne kadar mücadele etse olmamış, sen artık evli bir kadınsın denmişti. Dört çocuk dünyaya getirmiş, çok güzel bir anne olmuş, çocuklarını iyi yetiştirmişti. Onların başarılarıyla gurur duyuyordu. Üstelikte çok kitap okurdu. Fakat kendi idealiyle gururlanamamak, içinde hazımsızlığıyla birlikte, ukde olarak kalmıştı. İleriki yaşlarda, farkındalığı artınca yeniden denemişti. Bu konuda eşiyle çok mücadele etmiş fakat bu kez de eşinin kıskançlığı karşısına çıkmıştı. Ne yapsa olmamış, artık yaşı da ilerlemişti. Hem zaten bu yaştan sonra okusa ne olacaktı? O da pes etmişti.
Kadın ehliyet almak, araba kullanmak istiyordu. Üstelik otomobilleri de vardı. Bırakalım otomobili sürmeyi, kadın aracın ön koltuğunda bile oturamıyordu. Ön koltuğa oturmasına izin yoktu, çünkü adam karısını çok seviyor, o yüzden de çok kıskanıyordu. Ne kadar istese, ne kadar tartışsa, kavga etse de bir çare olmamıştı. Ona sormadan, haber vermeden gidip gizlice öğrense, ama kocası eline hiç para vermezdi, parası olmadan nasıl kursa gidebilirdi ki? Kendisi öğretse, onu da hiç kabul etmemişti. Zaten araba kocasına tahsil edilmişti, bir tanıdığından yardım istese bile, gizli, kaçak öğrenebilecek şartları yoktu. Bu konu ara, sıra gündeme gelmiş fakat bir sonuca varılmamıştı. Çalışıp, ehliyet parasını kazansa, adam kıskançlığından arabanın ön koltuğuna bile oturtmuyordu, çalışmak onun için uzayda bile mümkün değildi. Çalışma konusu, açıldığı gibi kapanıyordu. Çocuklar büyümüştü artık, her biri ehliyetini almıştı. Onların da sözü babalarına geçmiyordu. Kaç araba değişmişlerdi, şoför koltuğuna eşi, oğulları veya kızı oturuyordu. O ise hep arka koltuktaydı. Hayatın arka planına atılmıştı. O da, çoktan vazgeçmişti. Kabul etmese de, etmek zorunda kalmıştı. Yapacak bir şey yoktu, pes etmişti.
Kadın çalışıyordu ve maaşının yattığı bankamatik kartı kocasındaydı. Eşi, giyimine, arkadaşlarıyla görüşmesine, gezmesine ve bireysel hayatıyla ilgili her şeye karışıyordu. İşi iyiydi, çok çalışkandı ve işinde yükselmişti. Her gün içindeki eziklik ve acizlik duygusuyla işe gidiyordu. İşyerine gittiğinde kendini, giyim tarzı bakımından, sanki bir başka çağdan gelmiş gibi hissediyordu. Bu durumdan, istediği gibi yeni kıyafetler alıp giyinememekten utanç duyuyordu. Utanması gereken kendisi miydi? Çok mücadele etmişti fakat bir yol alamamıştı. Aşkın büyüsüyle ve eşine duyduğu güvenle, en başta, çoğu şey gibi, özgürlüğünü ve bankamatik kartını da ona teslim etmişti. Ne yapsa artık geri alamıyordu. Eşinin kıskançlıkları onu çok bunaltıyordu. O, kendisini değil parayı seviyordu. Üç çocuk dünyaya getirmiş ve büyütmüş, aynı zamanda da çalışmıştı. Çok düşünmüştü işten ayrılmayı, böylece ona kazandığı parayı vermemiş olacaktı. Küçük çocuk gibi, kendi emeğinin ona küçük, küçük harçlık olarak verilmesinden nefret ediyordu. Fakat çalışmazsa, başka bir hayatı olmayacağının da bilincindeydi. Çalışmak bir yanıyla kurtuluş, diğer yanıyla da terapi gibiydi. Gün geldi, terfi etme fırsatı doğdu. Bunun için yabancı dil bilmesi gerekiyordu. Dil kursuna gitmek istedi fakat eşinden izin çıkmadı. Bankadan kredi çekmeyi veya çalıştığı şirketten kredi çekmeyi ya da, kurs ücretini şirketin karşılamasını talep edebilirdi. Çözüm arıyordu. Hiçbir çözüm bulamamıştı. Müdürüne durumu anlatabilirdi ama onun gibi bir kadının, böyle bir hayatın içinde olduğunu bilmesini istemiyordu. Bu durumdan utanıyor, gurur ediyordu, hiç kimseyle halini paylaşmıyordu. Gelen teklifi reddetmiş, bulunduğu makamdan memnun ve mutlu olduğunu dile getirmişti. Sonunda, o da pes etmişti. Sözüm ona, eşi kendisini çok seviyor ve çok kıskanıyordu. Kıskanmak sevmekti, sevmek sahiplenmekti… Sevdiklerini bir balık gibi akvaryuma koymak yerine, kendi sınırlarını belirleyerek, sınırlarını nasıl koruyacaklarını öğretmektir korumak. O zaman sahiplenme değil, sahip çıkmak olur.
Yukarıda özetleyerek verdiğim dört ayrı örnek, bir dizi sahnesi, bir senaryo değil. Gerçi diziler, filmler de gerçek hayattan alınarak yola çıkılarak senaryolaştırılıyorlar, ya neyse. Bu kadınlar benim danışanlarımdan bazıları. Mesele sadece hayattan kaçmak değil, mesele hayatı kaçırmak. Oysa her bir birey, hayatı kaçırmamak, yakalamak ister. Hiç kimse değersiz değildir, ya değersiz olduğuna inandırılmıştır, buna ikna olmuştur, ya da değerinin düşürülmesine izin vermiştir. Veya kendi hayatına sahip çıkamamış, kendi sınırlarını koruyamamıştır. Şartlar buna müsaade etmemiştir.
Evliliği bir tango olarak düşünün. Tango dansında iki kişi vardır, biri erkek, diğeri kadın dansçılardır. Tangoyu tek başınıza yapamazsınız. O zaman o tango değil, başka bir şey olur. Veya hayatınızı bir otomobil olarak düşünün. Yaşam aracınızın direksiyonu kimin ellerinde? Yaşam aracınızın sürücüsü, hakimi kim? İlişkilerinizde kurban mı yoksa birey misiniz? İlişkileriniz bünyesinde çatışmayı mı, yoksa dengeyi mi barındırıyor? Yaşamınızın yöneticisi, hakimi kim? İlişkinizin terazisi dengede mi, yoksa terazinin bir ucu havada, yukarıda, diğer ucu yerde, aşağıda mı duruyor? Bu sizin hayatınız, sizin yolculuğunuz, sizin hikayeniz…
Gördüğünüz gibi, gereksiz kıskanmak bir sevgi göstergesi değil, aksine otorite, hatta erkek egosudur. Böylesi gereksiz kıskançlıklar, cinsiyetçi davranıştan başka bir şey değildir. Sahip çıkmak ile sahiplenmek arasında ise dağlar kadar fark vardır. Sahiplenmek, diğer kişiye kendi malı, kendi eşyası gibi bakmaktan ve davranmaktan öteye geçemez. Kurban ise dini bir bayramımızın adıdır. İnsan kurban olmamalı, kurban edilmemelidir. Sahip çıkmaktır güzel olan. Her çift birbirinin emanetçisi, yol arkadaşıdır. Herkes yol arkadaşıyla, yolculuğu keyifli geçsin ister. Baskı, otorite, yoluna engel olma, gelişmekten alıkoyma, cahil bırakma arzusu, karanlıkta tutmak, fiziksel veya psikolojik şiddet, sevgi göstergesi değildir. Sevmek, kendi hayatıyla birlikte, yol arkadaşının hayatına saygı duymaktır. Sevmek, sevdiğinin yolunu açmaktır, önüne duvar, set örmek değildir. Sevmek, sahip çıkmaktır, sahiplenmek değildir. Sahip çıkmak ise yol arkadaşının kendi yoluna izin vermek ve kendisine ihtiyacı olduğunda koruyup, kollamak, gerektiği her yerde destek olmaktır. Sevmek, sağında, solunda, arkasında, yanında yar ve yardımcı olmaktır, önünde durmak, önüne geçmek sevgi değildir. Sevmek, kendi sınırlarıyla birlikte, sevdiğinin de sınırlarını korumaktır. Yoluna taş olmak, duvar olmak, köstek olmak, itip, kakmak, karanlıkta bırakmak, hatta bunun adına da kıskançlık demek sevgi değildir. Evet, kıskançlık olduğu doğrudur fakat anlatıldığı manada değil. Önüne geçerse korkusu, derindeki rekabeti doğurur, kıskançlığı bundandır, sevgiden değil. İnsan sevdiği insanı/insanları kaybetmekten korkar, kaybetmek istemez, korumak, kollamak ister. Kaybetme korkusu, gayet insani ve doğal bir duygudur. İnsan gidecekse eğer, önünde dağ olsa engel olamaz. Kapıyı kilitlersin, bacadan, pencereden kaçar, yine gider. Bu nedenledir ki, kişiyi belli bir sınıra hapsetmek, sınırlamak, çare olmadığı gibi huzursuzluktan öteye geçemez. Saygı biter, yiter ve gider. Sevmek, kendi yaşamınla birlikte, diğerinin yaşamına da saygı duymaktır. Gerçek sevgi, gerçek saygı, gerçek değer budur.
Yukarıda bahsettiğim kişilerin akıbetini merak ediyorsanız eğer, onlar, arzularını, ideallerini gerçekleştiren kişiler oldular. Bu konularla birlikte, pek çok sorunlarını çözmeyi başardılar. Kendi hayatlarına sahip çıktılar. Bunu yaparken de, yol arkadaşlarının hayatlarını yıkmadılar. Aksine, dengede ve kaliteli bir ilişki yaratmayı başardılar. Bütün bunların altında yatan, değersizlik, hak etmeme, acizlik, zayıflık gibi negatif duygu kalıplarının inançları bulunmaktadır. Öyle olduklarına inandırılmışlardır. Yoksa ki, hiç kimse aciz ve değersiz değildir. Bunlar gibi nice örnekler verebilirim size. Bütün mesele ne biliyor musunuz? Hiç kimse size, arzularınızı altın tepside sunup vermeyecek. Mutlaka mücadelesi yapılmış, sonra vazgeçilmiştir. Fakat mücadele verilen yollar işe yaramamıştır. Oysa bambaşka yollar da vardır, hem de kurnazlığı da gerektirmez. Geçmişte inanca dönüşen, negatif inanç kalıplarını değiştirerek, yeni ve farklı bir bakış açısı geliştirerek çözüm üretmek mümkündür. Kendi hayatınıza, kendi hikayenize sahip çıkın. Bunu bencilce değil, benci olarak ve biz olmanın tadına vararak, keyifle yapın. Yol arkadaşınızı da bu yolculuğun dansına dahil edin. Sürücü kurslarının araçlarındaki gibi; yaşam aracınızın sağ koltuğunda da bir direksiyon olsun. Bencillikle değil: Ben/benci olmak gereken yerde ana direksiyonu, biz olmak gereken yerde diğer direksiyonu kullanarak yolunuza devam edin. Bir söz var ya hani; kadın isterse…
Eğer, bu kadınların eline para geçmezken, nasıl destek aldıklarını merak ediyorsanız, söyleyeyim. Her insan için, bir artık yeter noktası vardır, işte orası değişimin, dönüşümün başladığı yerdir.